25 Kasım 2013 Pazartesi

HAYDİ DERTLEŞİYORUZ !

Çalışmak, üreterek yaşamak insanı insan yapan en önemli iş, güç, hobi. Adını her ne koymak istersek artık. Bazen öyle bir olur ki elimiz kolumuz kıpırdamaz, beynimizi birşeylere hapseder kala kalırız. Bir sebebi vardır elbette... Ama hayatta her sebebi ve onun sonucunu düşünerek yaşayanlar içinden çıkılmaz girdaplara girer. Kişiliği boşvermişlik yapamaz, umursar ve kendini tüketip feda ettiği noktaya gelir. Bu duygusal travmaları kelimelere dökmek ve anlaşılır hale getirmek oldukça zor. Ee insanın doğası, baştan ayağa karmaşa...

Tüm sevinçleri sonuna kadar yaşayıp bitirmek yada hüzünlerin peşini ısrarla bırakmamak duygusal açıdan yoğun, uçlarda olan ruhların özelliği. Astronomik açıdan en belirgin örneği bakınız: Balık burcu. Son senelerde epey öğrendik bu yıldızları, burçları da. Elbette gerçeklik payları var ama bir insanı tanımak için sorulacak ilk üç sorudan birisi burcu mu olmalı, o tartışılır. Gerçi alıştık kafadan insanlara kişilik biçmeye, notlar vermeye, önyargılardan duvar örmeye...

Dünya hayatını artık o kadar farklı yaşıyoruz ki, kelimelerle oynamayı unuttuk. Sözün, hiç bir anlam ifade etmediği bir zaman bu zaman. Konuşmak değil yaptığımız, aradaki sesli harfleri atarak yazma ama nasıl bir yazma şekli ! Belki güzel şeyleri sözcüklere dökmek yine kolay ama sorunlarını anlatamıyor artık kimse. Aileye, dosta, arkadaşa... Herşey yüzeysel artık. Sorular kalıplaşmış, cevapları da. Çünkü kullandığımız kelime sayısı 78 000 içinde sadece 400. Bu nedenle duyguların adını koyamıyoruz. Kendimizi ifade edemiyoruz. Ne öğrenmek istediğimizi anlatamadan burcunu sorup o insanı bir kefeye koyuyoruz. Yine bu yüzden dost sahibi olamıyoruz. Dinlemiyoruz, anlayamıyoruz ve anlatamıyoruz. Bu yüzden aile kavramı önce yitirilen sonra yeniden kazanılmaya çalışılan bir ifade, dört harfli bir kelimeden ibaret maalesef.

Sebebi teknolojik gelişmedir, diyerek klişeleşmek istemiyorum. Ama yabancı kültür etkisine yeterince açık, bize her dayatılanı kabul etmeye her an hazır, milli değerlerden kopmaya mahkum bir toplumuz. Bu yeterince büyük bir sorunken aşırı hızlı gelişen teknoloji sayesinde giderek daha hızlı kopuyor, kayboluyoruz. Bu da bir gerçek. Bakınız örneğine; dün mağazalara şöyle bir dolaşırken aşina olduğumuz yabancı pop starların şarkıları bir kenarda çalıp
duruyordu. Bunda elbette sorun yok, müzik evrensel ve hepimiz açıp istediğimiz dilde istediğimiz şarkıyı dinleyebiliriz. Ama neden bu mağazalardan birinde bir Türk şarkıcı çaldığı zaman berbat bir tepki veriyoruz. Geçenlerde D&R' da gezerken Ferhat Göçer'in tüm albümünü dinledik arkadaşlarımızla. Her şarkı bitiminde de acımasızca eleştirdik: Kitap, film bakarken bu kadar entelektüel bir mekanda Ferhat Göçer mi? ıyyy...

Neyse hepimizin yaptığı şeyler bunlar biz bizeyiz rahat olalım. Benim içinde bulunduğum kafa karışıklığı sebebiyle biraz konudan konuya atladık sanki. Ama demek istediğim biraz kendiniz olun. Ne yiyoruz, ne içiyoruz,  nasıl bir hayatımız var evde? Bir çoğumuz bu konuda benzer özelliklere sahibiz, siz neyinizi kimlerden gizliyorsunuz Allah aşkına. İhtiyacımız olan biraz özgüven, biraz samimiyet, biraz da konuşup anlaşmaya çalışmak.

Artık yazacak bir günlüğünüz de yoksa böyle benim gibi gayet umumi bir ortamda içinizi de dökebilirsiniz. Kimsenin sizin dertlerinizi dinlemesine gerek yok, biz okuruz merak etmeyin.

Tez konumla ilgili olacak bir sonraki yazımda görüşmek üzere...

15 Kasım 2013 Cuma

DEMİŞ Kİ ŞAİR...

Bu günlerde herkes gitmek istiyor.
Küçük bir sahil kasabasına,
Bir başka ülkeye, dağlara, uzaklara...
Hayatından memnun olan yok.
Kiminle konuşsam aynı şey...

Herşeyi, herkesi bırakıp gitme isteği.
Öyle "yanına almak istediği üç şey" falan yok.
Bir kendisi...
Bu yeter zaten.
Herşeyi, herkesi götürdün demektir.
Keşke kendini bırakıp gidebilse insan.
Ama olmuyor.
Hadi kendimize razıyız diyelim,                                      
Öteki de olmuyor;
Yani herşeyi yüz üstü bırakmak göze alınmıyor.
Böyle gidiyoruz işte.
Bir yanımız "kalk gidelim",
Öbür yanımız "otur" diyor.
"O"tur" diyen kazanıyor.
O yan kalabalık zira...
İş, güç, sorumluluk, çoluk çocuk, aile,
Güvende olma duygusu...
En kötüsü alışkanlık...
Alışkanlığın verdiği rahatlık,
Monotonluğun doğurduğu bıkkınlığı yeniyor.
Kalıyoruz...
Kuş olup uçmak isterken, ağaç olup kök salıyoruz.
Evlenmeler,
Bir çocuk daha doğurmalar,
Borçlara girmeler,
İşi büyütmeler...
Bir köpek bile bizi uçmaktan alıkoyabiliyor.
Misal ben;
Kapıdaki Rex'i bırakıp gidemiyorum.
Değil bu şehirden gitmek,
İki sokak öteye taşınamıyorum.
Alıp götürsem gelmez ki...
Bütün sokağın köpeği olduğunun farkında.
Herkes onu, o herkesi seviyor.
Hangi birimizle gitsin?
"Sırtında yumurta küfesi taşımak" diye bir deyim vardır.
Evet, sırtımızda yumurta küfesi var hepimizin.
Kendi imalatımız küfeler...
Ama eğreti de yaşanmaz ki bu dünyada.
Ölüm var zira!
Ölüme inat tutunmak lazım,
İnadına kök salmak lazım.
Bari ufak kaçışlar yapabilsek.
Var tabi yapanlar, ama az.
Sadece kaymak tabakası.
Hepimiz kaçabilsek...
Bütçe, zaman, keyif denk olsa...
Gün içinde mesela;
Küçücük gitmeler yapabilsek.
Ne mümkün?
Sabah 9 akşam 18...
Sonra başka mecburiyetler...
Sıkışıp kaldık...
Sırf yeme, içme, barınmanın bedeli bu kadar ağır olmamalı.
Hayatta kalabilmek için bir ömür veriyoruz.
Bir ömür karşılığı bir ömür yani...
Ne saçma...
Bahar mıdır bizi bu hale getiren?
Galiba..
Ben her bahar aşık olmam
Ama her bahar gitmek isterim.
Gittiğim olmadı hiç, ama olsun...
İstemek de güzel.

                                     Can YÜCEL

demiş şair...Güzel de demiş, gitmek çare mi bilinmez ama bazen özlenmek gerekir. Biraz da özlemek. Ne kadar mutlu olmaya çalışsak da hayatımızda bir parça hüzün hep var,olmalı da... Onlara rağmen keyifli olmayı ve sahip olduklarımıza teşekkür etmeyi biliyorsak ne mutlu...