25 Aralık 2013 Çarşamba

MESELELER...

Besleyebileceğimiz nice kötü duygulardan birisi de küçümsemek… Bir insanı, bir işi, bir konuyu veyahut bir çalışmayı. Tez çalışmama karşı beslediğim duyguda tam olarak bu. Karar verme aşamasını atlatırsam yazmakta hiç zorlanmayacığıma emindim. Çünkü eğitim sistemimizin bize öğrettiği üzere; kopyala yapıştır yapıp 20-30 sayfalık bir metin yazmak ne kadar zor olabilirdi ki…




Gelgelelim hayatta kolay ne var diye soruyorum kendime. Danışman hocamın yönlendirmesi sonucu kriz iletişimi olan konumda örnek olarak tavukçuluk sektörünü incelemeye karar verdik. Sorun da buradan itibaren başladı. Bu konuyla kriz kavramını birleştirerek anlatmaya çalışıyorum. Fakat şu zamana kadar içindekileri dahi oluşturamadım. Nedeni becerememek, tembellik etmek değil. Israrla küçümsemeye devam etmek.

Konumu biraz daha sahiplenip hızla yazmaya başlamak, yine bir final dönemine de gelmişken işlerimizi yoluna koymak en büyük arzum. Öğrenciliğin son senesi olması ne kadar sıksada son akşam çalışmalarıyla verelim şu dersleri de…




Tabii kulaklıklarımızı kenara koyup müziğin sesini kısmayı başarabilirsek... Böyle güzel şarkılar varken hayatımızda.


25 Kasım 2013 Pazartesi

HAYDİ DERTLEŞİYORUZ !

Çalışmak, üreterek yaşamak insanı insan yapan en önemli iş, güç, hobi. Adını her ne koymak istersek artık. Bazen öyle bir olur ki elimiz kolumuz kıpırdamaz, beynimizi birşeylere hapseder kala kalırız. Bir sebebi vardır elbette... Ama hayatta her sebebi ve onun sonucunu düşünerek yaşayanlar içinden çıkılmaz girdaplara girer. Kişiliği boşvermişlik yapamaz, umursar ve kendini tüketip feda ettiği noktaya gelir. Bu duygusal travmaları kelimelere dökmek ve anlaşılır hale getirmek oldukça zor. Ee insanın doğası, baştan ayağa karmaşa...

Tüm sevinçleri sonuna kadar yaşayıp bitirmek yada hüzünlerin peşini ısrarla bırakmamak duygusal açıdan yoğun, uçlarda olan ruhların özelliği. Astronomik açıdan en belirgin örneği bakınız: Balık burcu. Son senelerde epey öğrendik bu yıldızları, burçları da. Elbette gerçeklik payları var ama bir insanı tanımak için sorulacak ilk üç sorudan birisi burcu mu olmalı, o tartışılır. Gerçi alıştık kafadan insanlara kişilik biçmeye, notlar vermeye, önyargılardan duvar örmeye...

Dünya hayatını artık o kadar farklı yaşıyoruz ki, kelimelerle oynamayı unuttuk. Sözün, hiç bir anlam ifade etmediği bir zaman bu zaman. Konuşmak değil yaptığımız, aradaki sesli harfleri atarak yazma ama nasıl bir yazma şekli ! Belki güzel şeyleri sözcüklere dökmek yine kolay ama sorunlarını anlatamıyor artık kimse. Aileye, dosta, arkadaşa... Herşey yüzeysel artık. Sorular kalıplaşmış, cevapları da. Çünkü kullandığımız kelime sayısı 78 000 içinde sadece 400. Bu nedenle duyguların adını koyamıyoruz. Kendimizi ifade edemiyoruz. Ne öğrenmek istediğimizi anlatamadan burcunu sorup o insanı bir kefeye koyuyoruz. Yine bu yüzden dost sahibi olamıyoruz. Dinlemiyoruz, anlayamıyoruz ve anlatamıyoruz. Bu yüzden aile kavramı önce yitirilen sonra yeniden kazanılmaya çalışılan bir ifade, dört harfli bir kelimeden ibaret maalesef.

Sebebi teknolojik gelişmedir, diyerek klişeleşmek istemiyorum. Ama yabancı kültür etkisine yeterince açık, bize her dayatılanı kabul etmeye her an hazır, milli değerlerden kopmaya mahkum bir toplumuz. Bu yeterince büyük bir sorunken aşırı hızlı gelişen teknoloji sayesinde giderek daha hızlı kopuyor, kayboluyoruz. Bu da bir gerçek. Bakınız örneğine; dün mağazalara şöyle bir dolaşırken aşina olduğumuz yabancı pop starların şarkıları bir kenarda çalıp
duruyordu. Bunda elbette sorun yok, müzik evrensel ve hepimiz açıp istediğimiz dilde istediğimiz şarkıyı dinleyebiliriz. Ama neden bu mağazalardan birinde bir Türk şarkıcı çaldığı zaman berbat bir tepki veriyoruz. Geçenlerde D&R' da gezerken Ferhat Göçer'in tüm albümünü dinledik arkadaşlarımızla. Her şarkı bitiminde de acımasızca eleştirdik: Kitap, film bakarken bu kadar entelektüel bir mekanda Ferhat Göçer mi? ıyyy...

Neyse hepimizin yaptığı şeyler bunlar biz bizeyiz rahat olalım. Benim içinde bulunduğum kafa karışıklığı sebebiyle biraz konudan konuya atladık sanki. Ama demek istediğim biraz kendiniz olun. Ne yiyoruz, ne içiyoruz,  nasıl bir hayatımız var evde? Bir çoğumuz bu konuda benzer özelliklere sahibiz, siz neyinizi kimlerden gizliyorsunuz Allah aşkına. İhtiyacımız olan biraz özgüven, biraz samimiyet, biraz da konuşup anlaşmaya çalışmak.

Artık yazacak bir günlüğünüz de yoksa böyle benim gibi gayet umumi bir ortamda içinizi de dökebilirsiniz. Kimsenin sizin dertlerinizi dinlemesine gerek yok, biz okuruz merak etmeyin.

Tez konumla ilgili olacak bir sonraki yazımda görüşmek üzere...

15 Kasım 2013 Cuma

DEMİŞ Kİ ŞAİR...

Bu günlerde herkes gitmek istiyor.
Küçük bir sahil kasabasına,
Bir başka ülkeye, dağlara, uzaklara...
Hayatından memnun olan yok.
Kiminle konuşsam aynı şey...

Herşeyi, herkesi bırakıp gitme isteği.
Öyle "yanına almak istediği üç şey" falan yok.
Bir kendisi...
Bu yeter zaten.
Herşeyi, herkesi götürdün demektir.
Keşke kendini bırakıp gidebilse insan.
Ama olmuyor.
Hadi kendimize razıyız diyelim,                                      
Öteki de olmuyor;
Yani herşeyi yüz üstü bırakmak göze alınmıyor.
Böyle gidiyoruz işte.
Bir yanımız "kalk gidelim",
Öbür yanımız "otur" diyor.
"O"tur" diyen kazanıyor.
O yan kalabalık zira...
İş, güç, sorumluluk, çoluk çocuk, aile,
Güvende olma duygusu...
En kötüsü alışkanlık...
Alışkanlığın verdiği rahatlık,
Monotonluğun doğurduğu bıkkınlığı yeniyor.
Kalıyoruz...
Kuş olup uçmak isterken, ağaç olup kök salıyoruz.
Evlenmeler,
Bir çocuk daha doğurmalar,
Borçlara girmeler,
İşi büyütmeler...
Bir köpek bile bizi uçmaktan alıkoyabiliyor.
Misal ben;
Kapıdaki Rex'i bırakıp gidemiyorum.
Değil bu şehirden gitmek,
İki sokak öteye taşınamıyorum.
Alıp götürsem gelmez ki...
Bütün sokağın köpeği olduğunun farkında.
Herkes onu, o herkesi seviyor.
Hangi birimizle gitsin?
"Sırtında yumurta küfesi taşımak" diye bir deyim vardır.
Evet, sırtımızda yumurta küfesi var hepimizin.
Kendi imalatımız küfeler...
Ama eğreti de yaşanmaz ki bu dünyada.
Ölüm var zira!
Ölüme inat tutunmak lazım,
İnadına kök salmak lazım.
Bari ufak kaçışlar yapabilsek.
Var tabi yapanlar, ama az.
Sadece kaymak tabakası.
Hepimiz kaçabilsek...
Bütçe, zaman, keyif denk olsa...
Gün içinde mesela;
Küçücük gitmeler yapabilsek.
Ne mümkün?
Sabah 9 akşam 18...
Sonra başka mecburiyetler...
Sıkışıp kaldık...
Sırf yeme, içme, barınmanın bedeli bu kadar ağır olmamalı.
Hayatta kalabilmek için bir ömür veriyoruz.
Bir ömür karşılığı bir ömür yani...
Ne saçma...
Bahar mıdır bizi bu hale getiren?
Galiba..
Ben her bahar aşık olmam
Ama her bahar gitmek isterim.
Gittiğim olmadı hiç, ama olsun...
İstemek de güzel.

                                     Can YÜCEL

demiş şair...Güzel de demiş, gitmek çare mi bilinmez ama bazen özlenmek gerekir. Biraz da özlemek. Ne kadar mutlu olmaya çalışsak da hayatımızda bir parça hüzün hep var,olmalı da... Onlara rağmen keyifli olmayı ve sahip olduklarımıza teşekkür etmeyi biliyorsak ne mutlu...


30 Ekim 2013 Çarşamba

KOD ADI: ÖĞRENCİ !

Hayattaki en büyük eksiğimiz kendimizi tanıyamıyor olmamız.
Bu fırsatın bize verilmemesi.
Ne istediğimizi, nelerden hoşlandığımızı şu yaşımıza kadar hala bilemiyor oluşumuz.

Evet bunlar eksik yönler. Ama herkesin içinde vardır bir arzusu. Dışarı çıkmamışsa içerlerde keşfedilmeyi bekleyen.
Benim ki yazmakla ilgili. Bir cümle, bir satır,bir sayfa. Ölçüsüz ama kelimelerle iç içe..
Uzun zaman yazamamamın verdiği üzüntüyle sayfama yeniden merhaba.

İstanbulda sonbahar… dediğimiz yazdan kalma güzel günler bu günler. 29 Ekim Cumhuriyet Bayramının ve akabinde kutladığımız Marmaray açılışının coşkusunu yeni sonlandırmışken kitaplarla buluşmaya hazırlanıyoruz. Her sene beklediğimiz Tüyap Kitap Fuarı 2 kasım günü biz meraklılarına açılıyor. Kitaba olan ilginiz ne boyutta olursa olsun burası bir kitap fuarından fazlası.Etkinlikleri, imza günleri, kurulan onca standı ve binlerce kitabıyla uzun uzun gezilesi güzel bir ortam. Uzayan metrobüs yolu sayesinde de ulaşım oldukça kolaylaştı derken kimileri başka engellere takılıyor maalesef.
Sorun şu : Yaklaşan vizeler…
Aylardır ders namına hiçbir çaba göstermeyen biz gençlere verilebilecek en kötü haberdi bu. Özellikle siyasi konulara uzak bir öğrenci olan ben ilk sınavı öğrenince de üzülmedim değil. Öğrenci camiasında bilindiği gibi iki farklı dünyadan insanlar bulunur. Bir grup ders aşkıyla yanıp bir ay önceden – ki bir ay önce okul daha yeni açılmıştır – kitaplara sarılır, sıkı sıkıya paylaşmamak üzere notlar alır ve hazır olarak vizeleri bekler. Diğer grup ise vizeler tarafından beklenen gruptur. Kiminin dersle hiç alakası yokken kimisi derse gelir fakat ders çalışmak denilen kavramdan uzaktır. Ben ve çok sevgili yakın dostlarım ise tam ortadayız. Derslere her daim gelme çabası içindeyiz evet. Fakat hiçbir zaman okul dışında ders çalışamıyoruz. Sınav zamanları sabahlıyoruz ama neden ? Çalışmadığımız için stres oluyoruz, kendimizi zorluyoruz fakat yinede çalışamıyoruz. Israrla stres olmaya devam ediyor, sınav anına kadar bir çalışmak bir çalışmamak arasında gidip geliyoruz. Anlatması biraz zor olsa da bunu yaşayan bilir diyerek konuyu kapatıyor, ders çalışma olayından tekrar uzaklaşıyorum.

Motivasyonu arttırmasını umut ederek güzel bir şarkıyla da veda edelim :)

But I do know that one and one is two,
And if this one could be with you,
What a wonderful world this would be.

Now i don't claim to be an "A" student,
But I'm trying to be.
For maybe by being an "A" student baby
I can win your love for me.



 

9 Haziran 2013 Pazar

HİKAYE MOLASI...

Zengin bir baba küçük oğlunu insanların ne kadar fakir olabileceğini göstermek için bir köye götürdü. Çok fakir bir aile, çiftliğinde baba ve oğlunu bir gün bir gece boyunca ağırladı.

Yolculuktan dönerken baba oğluna sordu;

- İnsanların ne kadar fakir olabildiklerini gördün mü?

- Evet! Gördüm baba.

- Ne öğrendin peki? Anlat bakalım.

Oğlu cevap verdi  ;

- Bizim evde bir köpeğimiz var, onlarınsa dört. Bizim bahçenin ortasına kadar uzanan bir havuzumuz var, onlarınsa sonu olmayan bir dereleri. Bizim bahçemizde ithal lambalar var, onlarınsa yıldızları. Bizim görüş alanımız ön avluya kadar, onlarsa bütün bir ufku görüyorlar.

Oğlu sözünü bitirdiğinde babası söyleyecek bir şey bulamadı. Oğlu devam etti;

- Ne kadar fakir olduğumuzu gösterdiğin için teşekkür ederim baba!

Bir radyo programında dinlemiştim bu kısa hikayeyi. Böyle ütopik hikayeler biraz düşündürüyor bizleri. Hep daha fazlasını isterken mutsuzluğumuzu yatıştırmaya çabalıyoruz. Eksik kalmaya tahammülümüz yok. Daha kötüsü yaşarken, bunları tartıp düşünmeye vakit bulamıyoruz. Hep elde etme gayreti... 
 Sınav dönemi bunca telaşın içinde böyle düşünmek kolay değil elbette. Fakat mutsuzsanız ve bir neden arıyorsanız önce içinize dönüp bakmak gerekiyor. Fakir bir baba ve oldukça zengin olan oğlunun anlatıldığı hikayedeki gibi. Unutmamak gerek, en iyi terapi insanın kendi içine yaptığı yolculuk oluyor. Sığ düşünmekten uzak, hayatın her rengine yakın yaşayabilmek gayretiyle... 



30 Mayıs 2013 Perşembe

SAKİN ŞEHİR Mİ? İŞTE ÖYLE BİR YER...

Hikayesini dinlediğinizde efsane gibi gelen bir şehir olsun. Görenlerin aşık olduğu, görmeyenlerin benim gibi merak ettiği güzel bir şehir. Son günlerde diziler sağ olsun, manzarasıyla sıkça baş başa kaldığımız bir şehir orası : Halfeti.

Kartpostalı andıran; haliyle gerçekliğinden şüphe edilecek kadar güzel bir manzara gözümüzün gördüğü. İstanbul kalabalığından, gürültüsünde, karmaşasından sıkılanlar olarak yeşil ile mavinin bir arada olduğu her yer bizim için cazip aslında. Lakin Halfeti’nin aklımıza gelen Güneydoğu Anadolu illerinden farkı da bu. Ege’yi yada Karadeniz’i andırıyor bu rengarenk haliyle.

Hikayesi ise bu kadar renkli değil maalesef. 2000 yılında GAP Projesi kapsamında, Birecik Barajı’nın açılmasıyla Halfeti’nin 5’te 1’i sular altında kalmış. Evler, bahçeler, okullar, iş yerleri hep suyun altına gömülmüş; bu fotoğrafta yer alan Merkez Camisi de…






























Yaşadıkları yerleri kaybeden insanların bir kısmı Yeni Halfeti’de yapılan evlere taşınırken, bir kısmı şehirlere göç ederek yada şehrin su üstünde kalan kısmına yerleşerek yaşamına devam etmiş.




Bu güzel şehrin diğer önemli özelliği ise uluslararası bir birlik tarafından “sakin şehir” olarak seçilmiş olması. Küreselleşmeye karşın, şehirlerin tarihi dokusunu ve yerel özelliklerini korumasını teşvik eden Cittaslow, dünyada bu özelliklerini koruyan kentleri belirleyerek sertifikayla destekliyor. Amaç küresel bir köy olan dünyamızda homojenliği engelleyerek tarihselliği ön plana çıkarmak. Halfeti de Güneydoğu Anadolu Bölgesinde seçilen tek “Sakin Şehir” olarak bizi daha da meraklandırıyor.
















Siyah gülü de unutmamak gerek tabii. Dünyada siyah gülün yetiştiği tek yer de Halfeti…Güller arasında siyahın olduğunu da öğrenince şaşırmadım değil. 

Uzun yolculuklara fobisi olan biri olarak umarım bir gün gezip görerek şahsi fikirlerimi de anlatabilirim…

25 Mayıs 2013 Cumartesi

BİR KAŞIK DAHA FAZLA LEZZET...


 Her nefes arasında kalori hesabı yapanlara karşın yemek yemeyi hobi olarak gören bir insan topluluğu da var. Mutfağa acıktığında değil, canı sıkıldığında giden, çantasında mutlaka atıştırmalık bir şeyler bulunduran, rastgele çekilen 10 fotoğrafın 9’unda ağzı dolu çıkan bir avuç insan… Dostlarım iyi bilirler ki ben de öyle biriyim. Yerken tuzu mu eksik limonu mu diye diye dünyayı yemiş bir halde bulurum kendimi. Bunun nedenini ise yeni anlıyorum; sıkça geleneksel yemekler yapan marifetli bir anne!

Şöyle bir bakınca biraz Akdeniz biraz Güneydoğu Anadolu karışımı bir mutfağa sahibiz diyebiliriz. Dünyada bizi marka yapan şu çok meşhur kebaplar,mantılar,çiğ köfteler dışında keşfedilmeyi bekleyen daha ne lezzetler var bilemezsiniz. Mesela çok fazla tercih etmediğimiz bulgur, o bölge insanının vazgeçilmezi. Çiğ köftenin dışında içi etle doldurulan içli köfte, kısır, sebzeli,mercimekli yada sade yapılan pilavlar… Normal ocak yerine fırında pişirilip tadına tat katılan her türlü sebze yemekleri, kokusuyla sizi alıp götüren baharatlar ve daha fazlası…


Yemeklerden bahsedip iştah açmayı bırakarak sıcak memleketimin sıcak insanının haklı olarak tercih ettiği soğuk bir tatlısından bahsedeyim. Zevkle yiyeceğinizi düşündüğüm “bici bici” Adana’ya özgü olan bu şey şerbetle buzun farklı bir karışımı. Rendelenen buz kalıpları üzerine gül suyu, kızılcık şerbeti, yada o bölgede çok tüketilen meyan kökü şerbeti dökerek tatlandırdığınız basit tatlı, artık oradaki tüm kafe ve restoranlarda… Gittiğimizde seyyar satıcıdan alarak sıcak havada lezzetle yemiştik.  İster üzerine meyve ekleyin, ister pudra şekeriyle lezzetlendirin. Yaza girmek üzereyken evde bir deneyin derim.

Can boğazdan gelir mi yoksa çıkar mı bilemem ama bildiğim yemek yemek diye bir hobinin ve tabii bu hobiye sahip insanların olduğudur.

Farklı yörelerin lezzetli yemeklerinden sıkça bahsetmek ümidiyle…Afiyette kalın.

17 Mayıs 2013 Cuma

IŞIĞIMIZ BOL OLSUN


Son haftalarda havalara ne oldu diye sıkça sorar olduk birbirimize. Dün güneşli, pırıl pırıl bir güne uyanıp; bugün üzerimizde gezen kara bulutları görmek bizi de kararsız bırakıyor. Yaz mevsimini sevenler olarak bizler aslında bu havalarda kaybediyoruz kendimizi. Güneşi gören kendini dışarı atmak istiyor fakat gitmesi gereken bir okulu, yapması gereken işleri olduğunu hatırlayınca her şey gözümüzde kararıyor yeniden. Çünkü bizler fark etmeden mutlu olmaya değil, mutsuzluğa bahane arıyoruz.


Küçük bir araştırmayla hava durumunun üzerimizdeki etkilerine bilimsel açıdan yaklaşmak mümkün. Doktorlarımız gün ışığının fazla olduğu bahar ve yaz aylarında çalışma isteğimizin düşebileceğini doğruluyor. Aynı şekilde kapalı ve yağışlı günlerde de motivasyon kaybı yaşayabileceğimize değinilmekte. Peki biz ne zaman çalışma isteği ve hayat enerjileri yüksek bireyler olmayı başaracağız?

Mümin Sekman’ın  “ Herşey Seninle Başlar”  isimli kişisel gelişim kitabında bu konu çok güzel ele alınmış. Okunması gerektiğini düşündüğüm bu güzel kitabı anlatmak yerine küçük bir tavsiyeyi paylaşacağım:

“ Kendinizi çok fazla şımartmayın J İsteklerinizi bu kadar önemsemeyin. İstekleriniz gölgeniz gibidir, peşinden koştukça daha fazlasını ister,ona sırtınızı dönüp yürüdükçe peşinizden gelirler.Gözünüzü hayal ettiğiniz hayata dikin ve yürüyün, gölgeniz peşinizden ister gelsin, ister gelmesin.” diyor Mümin Sekman…

Evet belki kendimize bu kadar katı davranmayı başaramayız ama bütün isteklerimize de boyun eğemeyiz. O zaman doğan güneşe, yağan yağmura suç atmak yerine isteklerimizi kontrol etmeye çalışmak bize şart olmuş durumda. Bunları yaparken hayattan zevk almak ve bir defa yaşayacağımızı unutmamak da…


Bu pozitif bakış açısıyla bakmayı öğrendiğimiz güzel günlere gülümseyerek diyelim ki;

“En büyük bilgelik, neyi ihmal etmemek gerektiğini bilmektir.”

12 Mayıs 2013 Pazar

NE VARSA ESKİ'LERDE VAR



Kimileri hayat boyu yanlış  yüzyılda doğduğuna inanır. Ben de biraz öyle düşünenlerdenim. Zaman zaman ‘çağa ayak uyduramayan’ bir yabancı misali… Geçmişe ilgi duyan herkes bilir ki aslında ne varsa eskilerde vardır.

Bakın gidelim 70’li 80’li yıllara; ne dolu dolu geçen hayatlar var oralarda. Önce bilgisayardan uzaklaşın ve daha eski teknolojik aletlerimizden olan radyoya yönelin. Tabi televizyon yada internet üzerinden dinlemeyi tercih etmiyor ve hala evinizde bir radyo bulunduruyorsanız. O radyo bizler için değil belki ama anne ve babalarımız için hala ayrı bir kıymetlidir. Gençliklerine dönüp şöyle bir anımsarlar severek dinledikleri sanatçıları, onların kasetlerini… Dinledikleri hikayeleri, arkası yarın gelecek seslendirmeleri…  Sadece dinleyerek hayallerinde canlandırdıkları karakterleri ve çok daha fazlasını.


Şimdi yazlık sinemalardayız. Modern ve ergonomik tasarımlı rahat koltuklar yok. Ahşap ve düzensiz sandalyeler, çekirdek yiyerek gazoz içen ve bir sonraki hafta yeni gelecek filmi sabırsızlıkla bekleyen gençler ve sinemaya yeni gelecek filmi kamyonlarla, sokak aralarında duyuran haberciler var. Ve tabi ki gösterime girmiş nice Yeşilçam Klasikleri…Yeşilçam tutkunu olarak benim favorim başrolünde Gülşen Bubikoğlu ve Tarık Akan’ın oynadığı “Ah Nerede” filmi. Ayda bir izler, unutanlara şiddetle tavsiye ederim.



Artık televizyonlar yaygınlaştı. Neredeyse her evde bir tane var. Önünde anahtarı bulunan ve kilitlenebilen türden farklı aletler. Filmler bundan sonra bir evde toplanılarak her gece izlenir oldu. Tabii devlet kanalımız olan TRT’nin saatler süren klasik müzik konserinden sonra. Şimdikinden farklı olarak birbirini görmeye bahane arayan insanları biraya getirmesi açısından bu da masum sayılabilir.




Sonuçta o dönemi anlamaya çalışmak ayrı bir beceri istiyor ne yazık ki. Biz akıllı telefonları,tabletleri hayatımızdan çıkardığımızı bile düşünemiyorken;boş zamanlarına bir fincan sıcak çay ve bi dolu sohbet eşlik eden bir kuşaktan bahsediyoruz. Koca bir nesli bu kadar kısa anlatmak tabii ki mümkün değil ama bunlar kurdukları iletişimi anlamak için yeterli gibi görünüyor.

Şahsım adına söylemeliyim ki; teknoloji düşmanı değilim belki ama bu aşırılıktan boğulmuş, geçmişe meraklı, tarih kokan her şeye ayrıca ilgi gösteren bir “eski kafalıyım.” Neyse ki hayatı güzel kılmak için hala birçok güzel hatıraya sahibiz…